Elinde market poşetiyle mutfağa girdi. Tezgaha baktı, iç geçirdi. Poşeti usulca yere bırakırken bir şey unutmuş gibi arkasına baktı, önüne dönerken başını iki yana salladı ve mırıldandı “hay senin mutfak gibi…“.
“Keşke..” dedi, “keşke Kaliforniya’da yaşıyor olsaydım. Ahşap kulübemin verandasında oturur, Margırıt Hala’nın yaban mersinli turtalarından tadarken hasır şapkamın aralıklarından süzülen güneş ışıklarıyla gözlerimi kısar, yemyeşil çimenlerin yaz meltemiyle dans edişini izlerdim. Köpeğimiz Ronald her zamanki gibi postacı Herıld’ı kovalarken müstakbel eşim Emili ve ben sımsıcak kahkahalarımızı yaz güneşine armağan ederdik.”
“Sül-leyyy-mann aaabbeeyy” diye avazı çıktığı kadar bağırdı biri. Etrafındaki şehirleşmeye aldırmadan hala doğal ortamındaki gibi yaşayan, caddenin diğer ucundaki arkadaşına bağırarak sigara istemekte sakınca görmeyen apaçi, yorgun tasarımcıyı -alttaki dükkanlarla 5. kata tekabül eden- 4. kattaki evinin mutfağında kurmakta olduğu tatlı düşten uyandırdı.
Önce mantarları haşlamalıydı. Yoksa kızartmalı mıydı? Her iki şekilde de öncelikle temiz bir tavaya ihtiyaç duyuyordu -ki çok uzun süredir kendiliğinden temiz bir tavanın neye benzediğini unutmuştu. Bunun için tezgahtaki patates kızartması, patates kızartması ve patates kızartması lekeleriyle dolu, günlerdir yıkanmayı bekleyen tabakları kaldırmalı, en son patates kızartması için kullandığı tavaya ulaşmalıydı. Öngörü sahibi bir tasarımcıydı, mantar sote için gerekebilecek minimum kap kaçağı hesap edebiliyordu, ne bir çatal fazla ne bir bıçak eksik. Tava dahil sadece ihtiyaç duyduğu gereçleri bir çırpıda yıkadı ve ince ince kıydığı mantarları pişirmeye başladı. “Bunları televizyon karşısında yemek için bir de tepsi lazım olacak” diye aklından geçiriyordu ki lavabodan belli belirsiz, bebek sesine benzer ince bir ses duydu. “Kedidir” dedi, aldırış etmedi. Ketıla kaynatmak üzere su koyarken aynı sesi tekrar duydu. Bu sefer işkillenmişti. Usulca lavaboya yaklaştı, içinde uzun süredir yıkanmayı bekleyen bulaşıklar ve en altta da tepsi vardı. Dikkatle bakınca tepsinin hareket etmeye çalıştığını gördü. Gözlerine inanamadı, aceleyle üzerindeki kirli bulaşıkları kaldırdı ve tepsiyi çıkarıp mutfak tezgahında boş bulduğu bir yere koyarak incelemeye başladı.
Az önce duyduğu ince ses tepsiden geliyordu. İlk başta anlam veremediyse de bir süre sonra mevzuya uyandı (gitgide üslup sokak ağzına kayıyor ya neyse). En son iki hafta önce balık kızartma operasyonunda unlama zemini olarak kullandığı tepsi, balık suyu ile hamurlaşıp üzerine yapışan un ve lavabodaki bilimum yemek artıklarının ideal şartları sağlamasıyla oluşan yeni bir canlı türüne ev sahipliği yapıyordu.
Gözlerine inanamadı, “bu buluş Sitefın Havking’i bile ayağa kaldırır var ya” diyerek bir an bilim dünyasında uyandıracağı etkileri hayal etti. Fakat öte yandan pişmek üzere olan mantarları tv karşısında tüketme keyfi vardı. Bir an bile tereddüt etmedi, ketılda kaynattığı suyu bir çırpıda bu yeni canlı türünün üzerine boca etti, tepsiyi de bir güzel cifle ovalayıp cillop gibi çıkardı.
Üzerinde mantar sote tabağı olan tepsiyle televizyonun olduğu odaya doğru giderken, nemli ellerini havluya uzanmaya üşendiği için eşofman altına kuruluyordu.
3 yorum
Caner sen bu blog işini bırak roman yazmaya başla bence.
Gece gece çok keyifli bir yazıydı teşekkürler :)
Bana eski yazılarımı hatırlattın, çok hoş yazmışsın :) Google it: “İnsanoğlu böyledir, verirsen alır”
Yıkıldım :D